Yazarın Hikayeye Daldığı Kitap: Altı Kırk Dört Dalgası

Behiç Ak´la gerçekleştirdiğimiz röporatjı okumanız için sizi yazımıza bekliyoruz!

Çocuk kitapları yazarı ve çizer Behiç Ak'la kitap “okuma”nın yeni biçimleri, çocukların yeni ortamlarda içerik tüketme alışkanlıkları, ekran bağımlılığının sonuçları, 3-6 yaş resimli kitap okumaları, anne-babaların çocukla kurduğu ilk entelektüel ilişki, çocukları edebiyatla tanıştırmanın önemi, iyi bir çocuk edebiyatının temel nitelikleri ve yazarın son kitabı Altı Kırk Dört Dalgası'nda doğa-kent ve mutluluk temalarının felsefi arkaplanı üzerine uzunca sohbet ettik. Bu keyifli sohbetten öne çıkanları sizinle üç güne yayılacak şekilde paylaşıyoruz. Bölümün temaları: “Yazarın hikâyeye daldığı kitap: Altı Kırk Dört Dalgası”, “Çocuksever şehirlere özlem: Şehir yaşamı ve doğa”, “Yaşamda önemli bir dayanak: Mutlu bir çocukluk anısı” şeklinde belirginleşti. Keyifli okumalar...

Son çıkan kitabınıza, Altı Kırk Dört Dalgası'na dönmek istiyorum. Bir tercih yapmışsınız: Yazar burada hikâyeye dahil oluyor. Bu gerçek mi, gerçekten siz misiniz o, neyi amaçladınız?

- O hikâye öyle, yazar da hikâyenin içine giriyor. Tek bir amacı yok, yine çok amaçlı bir şey. Yazar kendi içine girdiği zaman, yani ben hikâyenin içine girdiğim zaman aslında ben de hikâyenin bir kahramanı olduğum ve olmaya başladığım için, yazar olmaktan çıkıyorum. Yazar, yazar olmaktan çıkıyor, başka bir soyut kişilik haline dönüşüyor. Biraz kendi özerk yapısını ortaya çıkaran bir metin aslında o.

Çocuksever Şehirlere Özlem: Şehir Yaşamı ve Doğa

Başka kitaplarınızda da gözüme çarpmıştı: Şehir yaşantısı-doğaya dönüş ikilemi... Bu hep aynı ikilem olarak karşımıza çıkıyor. Ben şunu merak ediyorum. Buradan çocuklara doğa ve hayvan sevgisi aşılamak tamam, bunlar iyi geliyor aslında. Ama şehirde niye iyi bir yaşantı yok, olamaz mı? Yazar nerede sıkışıyor bu ikileme?

- Aslında çok farklı temalar var. Bir tanesi böyle olabilir. Bir tanesi şehirdeki doğayla ilişki kurabilir. Fakat hepsinde bir soyutlama var aslında. Doğayla da çocuğun ilişki kurabilmesi için bir tür soyutlama gerekiyor. Şehirden giden bir çocuğun. Bunu ben çok önemsiyorum. Bunu ilk kez şöyle önemsemeye başladım: Japonya'da yayımlanan periyodik bir çocuk dergisinde iki sayfa yapmamı istemişlerdi, bir yıl boyunca bunu yaptım ve dergiyi de takip ettim. Orada çok hoşuma giden şeylerden biri de o derginin çıktığı dönemde o mevsimde çıkan otların, böceklerin, çiçeklerin hepsinin resmi ve isminin yer aldığı bir bölüm ya da birkaç sayfa oluyordu. O çocuk o dergiyi alıp doğaya gittiği zaman dergide okuduklarıyla gerçekte gördükleri arasında bir ilişki kurabiliyordu. Bu çok kıymetli bir şey.

Ben bir süre köyde yaşadım merakımdan ve o köyde çocukların ve köylülerin doğayla kurduğu kavramsal ilişkiyi gözlemledim. Nasıl yapıyorlar, doğayla zengin bir kavramsal ilişki kurabiliyorlar mı diye. Aslında çok büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Kavram zenginlikleri o kadar, o kadar az ki, inanılmaz bir şey. Mesela "Bu ne çiçeği?" diyorsun. Uydurma bir şey söylüyor ama diğer çiçeklere de aynı ismi veriyor. Doğayla kurulan ilişkideki o soyutlama düzeyi çok fazla gelişmiş değil.

Lévi-Strauss anlatır; birtakım kabilelerde doğayla kurulan ilişkide otlara verilen çeşitlilik dolayısıyla verilen isim o kadar çeşitlidir ki diyor, normal bir şehirde yaşayan insanın kullandığı kavram sayısından on kat daha fazla. Yaban Düşünce kitabında. Çok fazla olduğunu söylüyor. Ama benim karşılaştığım örnekte böyle değildi.

Oysa ki doğa ve çocuk arasında oluşturulmuş medyum, işte bu bir kitap ya da bir hikâye, çocuğun birden bire doğayla kurulan ilişkisini başka bir soyutlama düzlemine taşıyarak o ilişkiyi acaip bir şekilde zenginleştiriyor. Bu çok önemli bir şey.

Dinozorlarla ilgili çok merakı var çocukların. Hepsini resimlerden, çok ayrıntılı şekilde öğreniyorlar, tüm dinozor türlerini. Ama bu bir tarafta kalıyor. Şehirdeki bir apartmanda, bir yerde kalıyor. Dinozorları bırakalım köpek türlerini seven çocuk olsun mesela, ne kadar öğrense de, o köpeğin gerçeğiyle ilgili bir pratiği olamıyor.

- Evet, çünkü onunla karşılaşmıyor hiç. Onu sadece bir çizgi roman kahramanı olarak algıladığı için. Ama bir de, ne yazık ki, şöyle bir şey var. Bizim yaşadığımız şehirler artık çocuksevmez şehirler. Pandemiyle ilgisi yok bunun. Biz artık çocuksevmez şehirlerde yaşıyoruz, büyük şehirleri kastediyorum. Mesela İstanbul bir çocuksevmez şehir, Ankara bir çocuksevmez şehir. İzmir bir çocuksevmez şehir. Bu şehirler çocukları sevmiyorlar. Çünkü çocuklar bu şehirlerde sokağa çıkmıyorlar. Bu şehirlerde sokağa çıkıp bir yerlerde yürüyemiyorlar, güvenli değil.

Mesela benim çocukluğumda İstanbul çocuksever bir şehirdi. Ben Yeldeğirmeni'nde yaşıyordum. Orta bir öğrencisiyken haftanın üç günü Yeldeğirmeni'nden çıkıyordum, Kurbağalıdere'ye kadar yürüyordum. Bir arkadaşımla buluşup, Kurbağalıdere'de bir sandal kiralayıp o sandalla Fenerbahçe'ye kadar gidiyorduk, denize giriyorduk. Orta bir öğrencisiyken! Bunu yapabiliyorduk, bu çok normal bir şeydi. Ben çok sokak çocuğu olduğum için değil.

Böyle bir yerden, çocuğun hiç sokağa çıkmadığı, çıkamadığı, çıksa bile bir sürü korkunun olduğu bir hale dönüştü sokak hayatı. Hâlâ bazı küçük şehirlerde bu korunmuş. Fakat İstanbul'da bu mümkün değil. Çocuğu itiyor.

Büyüklerin mekanlarına da çocukları çok kolay bir şekilde kabul edemiyoruz. Mesela ben bazı arkadaşlara -özellikle STK ya da odalardaki- şunu öneriyorum: Belli günlerde odaların alt katını tamamen çocuklara ayırın, tamamen çocuklara açın. Çocuksever hale getirin binaları.

Bu şehirler çocukları sevmiyor artık. Bütün bu şehri çocuksever hale getirmek için ne yapmamız lazım, bunları konuşmak gerek. Çocuklar sokağa çıkamıyor, “Ama işte o eskidendi, şimdi güvenli değil” deyip hemen bir cümlede kestirip atıyorlar.

Bu biraz önce konuştuğumuz şeyle de ilgili, ekrana hapsetme basitçe bir tercih değil. Mekânın bütünlüğüyle, kentin yapısıyla ya da dediğiniz gibi organizasyonların imkânlarıyla vs. çok ilişkili bir şey. Yani çocuk sokağa çıkmıyorsa, evde ne yapabilir ki, evde oyun denen şey hiçbir zaman o kadar doyurucu olmadı.

-Tabii ki. Neden çocuk sokağa çıkmıyor çünkü artık insanların arabaları var. Çok fazla arabaları var, sürekli sokaklarda arabalar geçiyor. Oysa ki, belli sokakları arabalardan arındırmak lazım, tamamen arındırmak ve çocukların sokağı haline dönüştürmek lazım.

Şimdi şehircilikte çocuk neredeyse hiç düşünülmeyen bir şey. “Çocuklar sadece çocuk parklarında oynasın” diye bir anlayış var, o da çok yapay bir anlayış: “Siz burada oynayın, sakın buradan dışarı çıkmayın” demek aslında “Şehri kullanmayın” demek. Bunlar hep sakat yaklaşımlar kent-şehir kullanımı açısından. Böylelikle çocuklara yasak, çocuklara bir tür sıkıyönetim var, sokağa çıkma yasağı var. Pandemi nedeniyle değil, daha önce de olan bir şey bu. Bu büyük şehirleri, çocukların sevebileceği, çocukları sevebilen bir hale dönüştürmek lazım. Yoksa hakikaten çocukların bu şehirlerde yaşamalarının bence faydası yok. Alıp çocukları gidip küçük yerlerde yaşamak lazım. Doğru olan o.

Yaşamda Önemli Bir Dayanak: Mutlu Bir Çocukluk Anısı

Yine bu kitapta geçiyordu. Bir hafiflik, bir doğaya dönüşün yaşandığı bir anda, bir yerde de insanlar genelde kötü düşünüyorlar, daha umutsuzlar bahsi var… İyilik ve mutluluktan yana umuda bir kapı açma çağrısı içeren bir bölüm vardı. Bu mesele biraz 20. ve 21. yüzyıl farklılığıyla ilişkili görünüyor. Geçen yüzyıldaki kuşaklar daha fazla umutluydu evet çünkü dünya da biraz daha yaşanır gibiydi. Şu son 20 yıllık dünya tablosu doğal olarak insanları mutsuz, umutsuz hale getirdi.

- Aslında çocuk edebiyatının mutluluk içermesi gerektiğini ben hep söylüyorum. Umut; umudu bir kenara koyalım çünkü umut aslında bazı şeylerin ya da mutluluğun gelecekte aranmasıyla ilgili bir ideoloji oluyor. “Mutlu değilsin, ileride olabilirsin” gibi. Bu kavramı ben hiçbir zaman faydalı bir şey olarak görmedim. Ama mutluluk kavramını çok önemsiyorum. O yüzden pozitif olmak, dengeli olmak, mutlu olmak çok önemli. Çocuk kitabı mutsuz konulardan bahsedebilir fakat bunu mutluluk içinde anlatmalı. Çocuğu mutsuz etmemeli, diye düşünüyorum. Onun dengesini bozmamalı.

Neden böyle, diye sorduklarında da verdiğim hep şöyle bir cevap var: İnsanların mutsuzluklarla, daha ileriki dönemde yaşayacakları mutsuzluklarla baş edebilmeleri için bir kere kendilerinin çok mutlu olduğu bir anı düşünmeleri lazım, ona dayanmaları lazım. İşte bu çok mutlu oldukları bir an, çocukluk anı. Çocukluğumuzu mutluluk içinde geçirdiysek, mutsuzluklarla çok iyi mücadele etmeini öğrenmişiz demektir. Yani bu çok önemli, çok temel bir şey. Çocuğun dünyasını paramparça edecek şeylerden kaçınmamız lazım. Çocuğa bütün mutsuz şeyleri anlatabiliriz ama onu hep pozitif bir hikaye içinde anlatmak doğrusu. Polyannacılık demek istemiyorum ama çocuk, onu yazdığınız şeyi okurken mutlu hissetmeli kendini, ondan zevk almalı. Ve onun edebiyatla kurduğu, anne-babasıyla kurduğu ya da çevresindekilerle kurduğu ilişkiyi parçalamamalı.

Bütünselliği bozmamalı. Bu çok önemli bir şey. Daha sonra zaten o bütünsellik bozuldu mu insanlar hep bunalıma giriyor, böyle bir şeyi hatırladıkları zaman bu bunalımlarla baş edebiliyorlar. Eğer geçmişte de böyle bir şey yoksa, bu bütünsellik yoksa, o zaman onlarla baş edemiyor insan. Çünkü dayanabileceği doğru bir cümle yok, geçmişinden gelen doğru bir cümle yok.

Ve çocuklar hep mutlu olmak eğilimindeler. Kendileri mutlu edilmek eğilimindeler. Her türlü durumda mutlu olma yolunu zaten bulmaya çalışıyorlar. Onların o mutlu oldukları ana müdahale edip onları mutsuz etmeye çalışmamalıyız.

Büyükler açısından da, her şey kötü giderken çocukları bozmayıp onların mutluluğunu kendisine de rezerv olarak düşünmek gibi bir çare söz konusu olabilir belki de.

- Çocuklardan mutluluğu öğrenebiliriz, burada deneyimsizlik ve deneyim hikâyesi giriyor işin içine. Deneyimsizliğin bugünün insanlarına, büyüklerine öğretebileceği çok fazla şey var. Çünkü yaşanan deneylerin, büyüklerin dünyayı getirdiği durum bu. Demek bu deneylerden iyi ders çıkarmış değil insanlar. O yüzden çok ihtiyaçları var insanların sıfırdan başlamaya ve yeniden başlamaya. Hiçbir şey bilmemeye ihtiyaçları var. Hiçbir şey bilmeden, o mutluluk anlarıyla, o duygularla başlamaya çok ihtiyaçları var. O temel bir takım hislere, duygulara, hikâyelere ya da kavramlara çok fazla ihtiyaçları var. O yüzden onları önemsememiz lazım.

Çocukla büyük arasında kurulan ilişkide, eğer eğitimden bahsediyorsak büyüklerin de eğitilmesi söz konusu. Nasıl ki çocukların büyüklerin deneyimlerinden edinebileceği bir şeyler varsa, büyüklerin de çocukların bu “deneyimsizliğinden” edinebileceği çok çok fazla şey var.

 

Behiç Ak'la röporatjımızın ilk bölümüne linkten ulaşabilirsiniz.

Behiç Ak'la röportajımızın ikinci bölümüne linkten ulaşabilirsiniz.

 


Yorumlar
Yorum eklemek için giriş yapmalısınız